eğitime destek projesi



Eğitim ve öğretim ile ilgili olarak tartışılacak pek çok mesele vardır şüphesiz.
Bunların bir kısmı gerekliliğini ve değişmezliğini korurken, pek çoğu da zamana ve zemine göre değişebilir bir mahiyet arz eder.
Ancak eğitim ve öğretimin olmazsa olmaz, değişmez ve yerine bir başkası geçirilemez bir tamamlayıcısı vardır ki biz ondan bahsetmeyi tercih ettik.
Zira kurulacak ilim binasının amacına ulaşması, sağlamlığı ve hayatiyetinin bu temelin varlığıyla doğru orantılı olduğuna inanmaktayız.

Tek kelime, iki hece ve birkaç harften ibaret giryan-baha (yükte hafif pahada ağır) bir mesele: EDEP…
Bedensel pratiklerin (konuşma, yeme-içme, dokunma, bakma, sevme, dinleme vs.) belli bir disiplin dâhilinde şekillendirilmesidir diyebiliriz edep için.
Bu tanımdan yola çıkarak da iki boyutta inceleyebiliriz:
Düşünsel ve ameli/ahlaki boyutta.
Edep düşünsel boyutta, varlığını ve haddini bilmektir. Bu da edebin çıkış noktasına işaret eder ki o; insanın yaratıcısı karşısında her an huzurda olduğu şuurunu taşımasıdır. Zaten edebin ameli/ahlaki boyutunu inşa eden de bu düşünsel boyutudur.
Ameli boyutta edebi âlimler kelimenin köküne atıf yaparak açıklar. Edep kelimesi Arapça “edb”(e-de-be) kökünden gelir. Yani ‘edeb’ insanın eline, diline ve beline sahip çıkmasıdır derler. Daha geniş bir şekilde izah edecek olursak, insanın yapıp ettiği her şeyde haddini bilmesidir, hakkını bilmesidir. Zira her şeye karşı olması gereken bir edep vardır.

Dolayısıyla aslında başlı başına bir karakter eğitim hareketi olan edebin, ilim ve eğitim alanından soyutlanması düşünülemez. İlim kapısının ilk anahtarı edeptir. Hiçbir sınır ve değer yargısı gözetmeksizin edinilen her bilgi, önünde sonunda zulüm doğurur.
Evvela bilgi sahibi fütursuz bir kendine güvenle haddini aşarak kendine zulmeder.
Haddini ve hakkını bilmeyen bu bilgin(!) kişi, başkalarına zulmetmeye başlar.
Son olarak da kişi her şeyin üstünde tasarruf sahibi olma iddiasında bulunarak her şeyin Mutlak Sahibi’ne karşı zulüm işlemiş olur. Şüphesiz insan ancak kendine zulmetmiş olur. Böylece bu kontrolsüz bilgi yığını kendisine ve etrafına zarar veren üç yönlü bir felakete dönüşür.
Özünde fayda vermeyen ve bilakis zulme sebep olan hiçbir bilgi de bilimsel veri olmaktan öteye geçerek ilim olamaz. İlim kapısından edeple girmeyen hiçbir ilim talibi de âlim olamaz.
Aksi halde zaten “Allah'tan ancak âlimler hakkıyla haşyet ederler, korkarlar”(fatır–28) hakikatiyle çelişmiş olurdu.

Bu yüzden ilim kapısının ilk anahtarı “edep”,ikincisi ise edepten gelen “talep”tir. Zira edebin yapısı talebin yönünü belirler. Sabahattin Zaim’in de dediği gibi “insan arabaya benzetildiğinde bilgisi, motoru; edebi ve ahlakı da direksiyonudur. Motor ne kadar güçlü olsa da, direksiyon olmayınca bir işe yaramaz.”

Bahsettiklerimizi somutlaştırmak için gelin Kuran’ın verdiği dikkatleri celbeden örneklere bakalım.
İlk akla gelen, “şeytan” örneği elbette. Hz. Âdem yaratıldığında ona secde etmeyen şeytan Allah'ın rahmetinden kovulmuştur. Bunun arka planındaki sebep ne olabilir?
Sebep, ‘Beni ateşten Âdem'i ise çamurdan yarattın. Ben ondan üstünüm!' iddiasıdır. Gerçekte üstünlüğü bilen ve belirleyen bizatihi Allah Teâlâ olduğuna ve oradaki yaratıkların bunu bilmesine rağmen İblis'in bu menfi tavrı niçindir?
Her şeyden evvel İblis, cin taifesindendir. yani iradesi, ihtiyarı/tercihi olan ve yaptıklarından mes'ul tutulan bir varlık olarak yaratılmış, o da irade ve ihtiyarını, sonucuna katlanmak kaydıyla bu doğrultuda kullanmıştır. Bu çerçeveden bakıldığında İblis'in bilgisini kötüye kullanımı, onu rahmet deryasından uzaklaştırıp laîn/lanetli, racîm/taşlanmış-taşlanarak kovulmuş derecesine düşürmüştür.
Kuran’ın bize anlattığı bir başka örnek Hz. Musa'nın kavminden olan Kârûn'dur. Kendisine türlü hazineler verilmiş nimet olarak. Fakat o, elde ettiği serveti Allah'tan değil de kendi ilmî birikiminin bir neticesi olarak görmüş ve öyle değerlendirmiştir.
“Bütün bunlar bana, bendeki bir ilim/bilgi sebebiyle verilmiştir!” (Kasas 28/78)
şeklinde küstahça çıkışlar yaparak elindeki nimetleri kötüye kullanmış, Allah ve iman düşmanı Firavn'ın safında yer almıştır. Kendisini uyaran, bu nimetleri Hakk yolunda kullanmasını öğütleyen nice insanın samimi sözlerine kulak tıkamış, buna mukabil inanç ve iradesi zayıf nicelerini yoldan çıkarmak için hazineleriyle gösteriş tutkusuna, servetiyle şöhret çılgınlığına tevessül etmiştir.
İlahlık ve rabblik iddiasında bulunan Firavn'ın yanında yer alan Karun'un, o muhteşem ilmi ve servetiyle birlikte batıp gittiğinden bahsediyor Kur'ân. (Kasas 28/81). Batıp gitmeyi kimi âlimler ekonomik açıdan iflas olarak da yorumlar. Her halükarda debdebesiyle, gururu ve ihtişamıyla Firavn'ın kasası konumundaki Kârûn, ilmini kötüye kullanmış bir tip olarak takdim edilir.
Karun’un tam karşıtı bir misal olarak Hz. Süleyman'ın varlığı dikkat çekicidir. Rüzgârın, cinlerin, hayvanların, bilginlerin ve çevresindeki insanların kendisinin emrine verildiği, muhteşem bir nimet içinde bulunan Hz. Süleyman, sahip olduğu bunca ilme ve imkâna rağmen şunları söylemiştir:
“Bütün bunlar Rabbimin fazl-ı keremindendir! O beni, şükür [iman/Allah'a has kul olmak] mü yoksa küfür [inançsızlık/Allah'a başkaldırmak] mü edeceğim diye imtihan ediyor! Her kim şükür ederse kendine [iyilik etmiş olur] ve her kim de küfür ederse şüphe yok ki Rabbim, ğanîdir, kerîmdir.” (Neml 27/40)
diyerek has kulluğu tercih etmiştir. Burada asıl olan ile asılmış gibi görüneni fark edebilmektir mühim olan. İnanan yani haddini bilen insan için malın mülkün, bütünüyle varlığın asıl sahibi Allah'tır.

Konumuzla ilgili en etkileyici örneklerden biri de Rasulullah(sav)’dir. Zira Peygamber Efendimiz ilmi yönden bütün peygamberlerin şeraitlerinin zirve noktası olan bir ilimle nimetlendirilmişti. Ancak bu nimet ve bahşedilen bütün nimetler, O’nun ancak şükrünü artırdı.
Rabbine karşı öylesine deruni bir edep ve mahcubiyet hissederdi ki, ömrünün son yılı yaptığı veda haccından sonra 63 yıllık ömrüne bir teşekkür olsun diye, 63 tane kurban kesti. İşte bu, edepteki hassasiyetin, üzerine başka söz etmeye lüzum bırakmayan muhteşem bir göstergesi değil midir?
Görüldüğü gibi edep, ilme sonradan katılacak bir yol arkadaşı değildir. İlmin söz konusu olduğu yerde zaten edep filizlenmiş demektir. Hakiki ilme ancak bir edepten doğan taleple talip olunabilir. Böyle olursa ilim üçüncü anahtarını da teslim eder insana ki; o da marifet ve ariflik derecesidir.
Edebin önemini edebin baş tacı edildiği dönemlere bakarak kolayca anlamak mümkün aslında. Eğitim ve öğretim alanında bu denli gelişmiş imkân ve teknolojik kolaylıkların oluşmadığı o dönemler, tarihe damgasını vuran ilim adamlarının, Mimar Sinanların, İbn-i Sinaların, Birunilerin, Maturidilerin, Buharilerin bir güneş gibi manevi ve fenni ilim ufuklarını aydınlattığı dönemlerdi.
Bugün eğitim ve öğretim alanında çözüm önerileri üretmeye çalışırken, o aydınlık çağlarda ilme, her türlü ilim vasıtasına, ilmi talebeyle buluşturan muallime ve her şeyden önemlisi ilmin gerçek Sahibine karşı duyulan edep muhakkak göz önüne alınmalıdır. Bu anlamda çağımızda ilmin ve ilim talebesinin muhtaç olduğu öncelikli Eğitime DEstek Projesinin adı; edeptir.


Yazan: Katibu'l-Esrar
Kaynak: Diriliş Saati Dergisi - Sakarya

2 yorum:

Adsız dedi ki...

vuuuuuuv başlığa baaaaak :D :D
hayatımm harkulade yazını burda da görmekten mutluluk duydummmmm :D

kent yalnızı dedi ki...

teşekkür ederim hayatım :D

baktım küsmüş bloğum bana, birazcık takviye ediyim dedim :P

Yorum Gönder