delil getirebildiğin kadar sadıksın ey insan



delil getirebildiğin kadar sadıksın ey insan...

İnsanların birer birer bağlarını kopararak özgürleştiği(!) bir çağda yaşıyoruz.
Hal böyle olunca, malum özgürlüğün alanı epeyce genişliyor...
Özgürlük adına; öz-süz, ailesiz, akrabasız, dostsuz kalıyor insanlar!
Özgürlük adına; bencillik kişinin kendine saygısı kılığına bürünüyor ve merhametsiz, ahlaksız, hudutsuz, adaletsiz olmak maharet sayılıyor!
Özgür oldukları için insanlar; katil, hırsız, zalim, mütecaviz oluyor!

Ve özgürlük adına; değersiz, dinsiz, Peygamber’siz, Allah’sız, hulâsa "sadakatsiz" bırakıldı insanlık!

Özgürlük, öz-(ü)-gürlük olarak addedilmeyince "Onlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği bağları koparırlar ve yeryüzünde fesat çıkarırlar" (bakara suresi/27) hakikat-i ilahisi tecelli etti.
Sonunda özgürlüğün böylesi, özgürlük için özgürlüğe rağmen "böyle özgürlük olmaz olsun" dedirtti, dedirtecek de...

Önümüze konulan özgürlükten bunca şekvâ edince, özgürlüğü suni anlamından çıkarıp aslına döndürmek boynumuza borç, kalemimize istikamet tayin etti.

Asılda özgürlük "(s)-öze sadakat" demekti. Ne kadar sadık olurduysa insan sözüne, ne kadar bağlanırdıysa bürhan ile özüne; o kadar özgür demekti.
Özünden/kalbinden uzaklaşan her şey ise yanlış kalıplara tutsak edilirdi...

Rahman ve Rahim olan Allah(cc) kendine kul ve başka her türlü kölelikten özgür kılmak için insanı "s-özüne/ahdine sadakate" davet etti. Sadakatinin isbatı içinse, insana emniyet kemeri mesabesinde akıl ve bürhan ile birleştirmesi gereken bağlar ikram etti...
Dolayısıyla bu bağlar kaldırıldığı takdirde, birbirinden koparılan şeyler anlamını yitirmekte ve insanın emniyeti için tahsis edilmiş olan nimet, sadakatsizlikten ötürü külfete dönüşebilmektedir.

Bu manada korunması gereken dengelerden, kurulması gereken bağlardan bir tanesi, insan-insan ilişkisidir...
İnsanla insanın bağını kopardığımız zaman ne mi olur?
İnsan teki bir diğeri için imha düzeneğine dönüşür. Çözülme ilk önce en küçük ilişki birimini teşkil eden aileden başlar. Ailede insani bağlar kurulamayınca, sadakatsizlik ve dolayısıyla güvensizlik boy gösterir. Güven duygusunun ortadan kalkması insanları birbirine katlanamaz hale getirir ve birbirleri için fedakârlık yapma duygusunu ortadan kaldırır. Aynı şeyler akrabalık, komşuluk, dostluk ve kardeşlik bağları için de geçerlidir.
Böylece "babasına bile güvenmeyen","akrabasıyla bağ kurmak şöyle dursun akrabasını tanımayan","dostluk ve komşuluğu sadece çıkar ilişkilerinden ibaret sayan","-genel anlamda insanlık bağı yitirildiği için- gözü önünde insanlar katledilse sadece hayret edip yürüyüp gidecek kadar hissizleşmekle kalmamış, vicdanını rahatlatmak için o insanların bu zulmü kesin hak ettiğine dair deliller bulma dedektifliğine soyunacak kadar da arsızlaşmış","başkalarının açlık ve ihtiyaç içinde olması uykularını kaçıracak o Peygamberi hassasiyeti yitirmiş" insan yığınları peydâ olur.
Bunca şey yerinden edilince elbet bunların yerini başka şeyler doldurur. İnsani bağlarından arınan insan, bunların yerine kendisini koyar. Sadece kendisini düşünen ve kendi çıkarları için yaşayan, bunun için de gerekirse başkalarının haklarını imha eden bir varlık haline gelen insan da kapitalist ve laik odaklarca açık hedef haline gelir.

Sıradaki bağ Allah-insan ilişkisidir...
İnsanın Allah'a bağlılığı, onu kula kul olmaktan azad eder. Dolayısıyla insanın Allah'la bağını kopardığınız zaman, ya mutlaka bağlanacağı bir kapı arar, kendine zulmeder ya da Allah'ın tutmadığını başka hiçbir şey tutamaz, başkalarına zulmeder. Çünkü sadakat, Allah rızasını ve korkusunu kıstas alan insanın davranış biçimidir. Allah’a sadık olmayan her şeye ihanet eder...
Burada İnsan-vahiy ilişkisi devreye girer...
Bu çok enteresan bir ilişkidir. Çünkü aslında ne insan vahiyden ayrı, ne vahiy insandan gayrıdır. İkisi de birbiri içindir. üstad Mustafa İslamoğlu'nun dediği gibi "Allah insanı vahye muhatab olsun diye yeryüzüne vahyetmiştir, vahyi de insana hitab olsun diye." Bu manada insan-vahiy ilişkisi dolaylı bir bağdır. Zira Allah insanı vahiyle tutar. İşte Allah-insan bağını koparmak, aynı zamanda insanı vahiyden, eti tırnaktan koparmaktır.

Bu ilişkiler kadar, bu ilişkilerin nasıl kurulacağını belirleyen ara ilişkiler de ehemmiyet arz eder.
Mesela insan vahiyle ilişkisini, vahiy-peygamber ilişkisi üzerinden kurmak zorundadır...
Aksi takdirde bu, dini peygambersiz bırakmak olur ki; peygambersiz din tabir-i caizse ruhsuz cesed gibidir. Peygamber, konuşan ve yaşayan vahiydir. Ümmü Eymen'in(r.a) Rasulullah(sav) vefat edince "artık göklerin dili konuşmayacak" diye ağlaması bundandır. Peygambersiz bir dini, ancak dinin hayatına müdahale etmesini istemeyenler arzu eder. Bu ise peygambere ihanet, vahye sadakatsizliktir.

Yine insan din ile ilişkisini, din-dünya ilişkisi üzerinden kurmak zorundadır...
Dinsiz dünya Allah'sız demek, Allah’sız dünya anlamsız demek, anlamsızlık tuğyan demek, tuğyan ise tufan demektir.
Ya dünyasız din nedir? Dini dünyasız bırakmak, aslında tedavülden kaldırmak değil midir?
Dünyası olmayan dinler çoktan sahneden çekilmiştir, çünkü yaşanabilir ve uygulanabilir değildir.
Oysa İslam dünyayı dine vasıta kılmış ve bizzat hayatı ilgi alanı edinmiştir. Dini hayattan uzaklaştırarak sadece camilere veya moda tabirle vicdanlara hapsetmemiştir. Öyleyse dini sadece kalp temizliğine indirgemek hem dine ihanet, hem hayata ihanettir.


Buraya kadar Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeylerden bahsetmeye çalıştık. Çünkü insanın yapacağı en büyük ihanet, Allah’a verdiği bağlılık sözünü bozması ve Rabbinin birleştirilmesini emrettiklerini koparmasıdır. Bu noktada insan sadece s/özüne sadakat için yaratılmıştır dersek hakikati söylemekten başka bir şey yapmış olmayız şüphesiz.
Mademki özümüz sadakat ve sadık olduğumuz kadar öz-(ü)-gürüz, sadakatin hakikatini anlamak açısından sözlerimi sadakat zirvesi bir sahabeyi anarak hitama erdirmem yerinde olacak.


"Eğer sadıklardan iseniz, delil getirin"(bakara suresi/111) diyor Kur'an-ı kerim müşriklere...
Ne güzel bir noktadan ele almış Metin Karabaşoğlu: sadakat bizim zannettiğimiz gibi salt bir bağlılık değilmiş, körükörüne bağlılık hiç değilmiş. Tasdik edebildiği kadar mümin, tasdikine delil getirebildiği kadar sadıkmış insan davasına...
İşte Hz.EbuBekir(r.a) gerçek sadakatin en güzel örneğidir. Zira ‘Rasulullah'ın miracı hadisesi’ni duyduğunda "o söylüyorsa doğrudur" demesi, ne körü körüne bir bağlılığın sonucu, ne de sırf Rasul-i Ekrem’e bağlılığın sonucudur. Ona sıddıkiyet makamını kazandıran, bürhana ve delile dayanan bir bağlılıktan neşet eden sadakattir. Çünkü Allah'ın "birleştir" emrini yerine getirmiştir Hz.EbuBekir(r.a).Onun tasdiki hem Peygambere sadakatinin, hem de onun Rabbine sadakatinin meyvesidir. Zira Hz.EbuBekir bilir; Hz. Muhammed(sav) Allah’ın peygamberidir ve Allah peygamberini miraca çıkarmaya muktedir ve hikmet sahibidir.
Yine Hz.EbuBekir’in Rasulullah(sav) vefat ettiği zaman onun öldüğünü kabullenemeyenlere "Kim Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki Muhammed öldü. Kim Allah’a tapıyor ise bilsin ki Allah bakidir" şeklinde hitab etmesi ve oluşabilecek fitnenin önünü kesmesi aynı sadakatin örneğidir. Allah ondan razı olsun…

Şimdi bir kez daha hatırlayalım ve unutmayalım:

- Tasdik ettiğin kadar mümin,tasdikine delil getirebildiğin kadar sadıksın davana ey insan!...

Yazan: Katibu'l-Esrar
Kaynak: Diriliş Saati Dergisi - Sakarya

0 yorum:

Yorum Gönder